Okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde örnek aldığımız karakterler her zaman olur, onlara benzemek ve onlar kadar iyi olmak isteriz. Bunun tam zıttı olarak; asla dönüşmem diyeceğimiz, nefret ettiğimiz karakterler de vardır. Sadece sahip oldukları kötülüğü görürüz. Bir de iyi veya kötünün ayırdını yapmadan merakımızı cezbeden karakterler vardır. İyi niyetlilerse ne âlâ ama kötü de olsalar izlemesi/okuması keyiflidir, ne yapacağını merak ettirir. Bu karakterler karizmatik birer okült lideri gibi sizi etki alanlarına alırlar ve senaryoyu ileri taşırlar. Gri alanı çoktan geçmiş bu karakterlere ‘iyi’ demek bin şâhit gerektirir. Yine de muhtemelen karşılarında oturan kişinin bunu anlayacak vakti olmaz.

Bugünkü dosyamızda, entrikacı karizmanın karşı konulmaz karakterleriyle karşınızdayız.

Gellert Grindelwald

Dumbledore’un aşkı ve baş düşmanı Gellert Grindelwald, listenin başında yer alıyor. Harry Potter kitaplarını okuduktan sonra, zaten onun Dumbledore’un en yakını olduğunu ve zamanla ikisinin arasında bir çatışmanın çıktığını biliyorduk. Fantastic Beasts denen garabet seriyi izlerken de onu biraz daha yakından tanıdık. Kitaplardan bildiğimiz Gridenwald çok güçlüydü, nefret doluydu ve şükür ki karşı karşıya geldikleri kavgayı kazanan Dumbledore oldu.

Crimes of the Grindelwald’la yükselen bir lider olarak Johnny Depp’i, Secrets of Dumbledore ile de Mads Mikkelsen’ın toplum mühendisliğine soyunmuş hâlini gördük. Grindelwald, aynı kitapta anlatıldığı gibi nefret doluydu ama daha fazlasıydı. Kafamızda ilk canlandığı gibi ağzından tükürükler saçarak koşturan bir manyak değil, büyüsünden güçlü hitabet yeteneğiyle kurbanlarını yönlendiren bir manipülatördü.

Grindelwald her haliyle politik bir figür ve onu kıyaslayabileceğimiz tek kişi Dumbledore değil. Karanlık tarafın bayrağını kendisinden devralan Voldemort da Grindelwald’ın yolundan gidiyordu ama onun ikna yolları daha farklıydı. Voldemort aynı masada oturduğu herkesi korkudan titretirken Grindelwald’ın halkın arasına karıştığı bir sahnede rock yıldızı gibi omuzlarda taşınıp, ayakları yerden kesilen karakterdi. Tabii yalnızca bir süreliğine.

Hannibal Lecter

Mads Mikkelsen demişken fazla uzağa gitmeden Grindelwald’dan daha iyi yazılmış ve bir o kadar da iyi oynanmış bir karakterle devam ediyoruz. Hannibal Lecter’ı ilk olarak Anthony Hopkins’in muhteşem performansıyla izledik ama onunki gözlerinden fitne saçan bir manyakken Mikkelsen; dostlarını yemeğe davet eden sağduyunun kalesi eski bir dost gibi davranıyordu.

İlk sezonda senaryo, olayları gözümüze sokmadan öyle incelikli işiyordu ki bir süre seyirci bile kim olduğundan emin olduğu Hannibal’ın yamyam olmayabileceğine inanırdı. Hannibal karşısındakini ikna bile etmezdi. O konuşurken kurbanı, aklına sokulan fikri kendisinin sanırdı. Öyle bir persona yarattı ki yalan söyleyeceği zaman konunun değiştiği anlaşılmazdı.

Kont Dracula

Sırada, devasa şatosu, sırtında dalgalanan pelerini ve beylik tavırlarıyla şeytani olmanın da, kendisine çekim yaratmanın da kelime anlamı olabilecek bir karakter var: Kont Dracula. Béla Lugosi’den Christopher Lee’ye, Gary Oldman’dan Claes Bang’e hatta Castlevania animasyonuna kadar, uyarlamalarda hangi örneği ele aldığımız fark etmez. Her bir Dracula’nın belli başlı ortak özellikleri vardı; tekinsiz bir karanlık ve her defasında sandığımızdan fazlasını bildiğini söylercesine üzerinize dikilen delici bakışlar.

Halihazırda vampir miti zaten birçok kişiye çekici gelirken Dracula’nın bulunduğu mertebenin yüksekliği ve asil olduğunu dayatan tavırları, onu diğerlerinin önüne geçirir. En basit örnekle Twilight serisindeki Cullen’lar, kendi hâlinde yaşamaya çalışan üst orta sınıf bir aile imajı verirken, dağın başında koskoca şatoda yaşayan Dracula, dışardan bakan gözler için bile her zaman egzotik ve oryantalist bir karakterdir.

Loki

Şimdi biraz vites düşüyoruz ve kimsenin kâbusu olmadan bahis yatırabileceği birine geliyoruz. Biraz İskandinav tanrısı, biraz Marvel villaın’ı ve belki de biraz süper kahraman olan Loki. Kendisi düzenbaz, dolandırıcı ve kesinlikle güvenilmez bir karakter. Onun sureti Tom Hiddleston’la aklımıza kazındı ama onun vukuatları Thor veya Avengers filmlerinde gördüklerimizin daha fazla. Loki öyle inandırıcıdır ki; yeryüzünün en büyük yalancısı olduğunu düşünürken bir anda dünya üzerinde söylenebilecek en doğru sözü söylemiş gibi görünür. Size satmaya çalıştığı fikri almak istemezsiniz ama konuşmanın sonunda elinizde avucunuzda ne varsa bırakmış hâlde çıkarsınız kapıdan.

MCU bize Loki’nin yalancı olduğunu her seferinde baştan anlattı ama kendi dizisinin ilk sezonunda, kendi varyantıyla karşılaşması ona kendini tanımlama fırsatı yarattı. Sylvie ile Loki bir madalyonun ters taraflarıydı. Bu yüzden anladık ki Loki’nin yöntemi gerçekten de kaba kuvvet değil diplomasi, tehdit değil pazarlık. Gerçi Odin’in bile çoğu zaman kullandığı metot buydu. Keza Hela’yla ilk karşılaşmalarında, muhtemel düşmana anında uzlaşma teklif edince Hela da bunu tasdik etti.

Liste başlık olarak yer almasa da düzenbazlıklarıyla tam olarak Loki’nin yerli versiyonu diyebileceğimiz bir karakteri de anmadan geçemeyeceğiz. Affınıza sığınarak; Ezel’deki entrikalarıyla Cengiz Atay karakteri, mitolojideki Loki’ye; MCU’daki Loki’den daha fazla benziyordu.

Bane

Nolan’ın Batman üçlemesinin her birinde villain’ların muhteşem olduğuna hemfikir olabiliriz. Ra’s al Ghul, Joker ve Bane. Üçünün de ortak noktası; şehrin içine düştüğü yozlaşma ateşine benzin dökmekti. Üçü de yıkım istiyordu.

Karakter motivasyonu olarak Bane, diğerlerinden daha zayıf kalsa da bir yönüyle diğerlerinden farklı bir etki bıraktı. Üçü de maddi-manevi şehri yakmaya çalışırken Bane, halkın bir kısmını arkasına aldı. Tabii halkın büyük kısmının hükümlü suçlulardan da oluşmasının bunda etkisi oldu. Önce tehdit etti, sonra umut verdi. Yeraltında yaşayanların yüzü olmuş gibi davranıp halkı manipüle etti ve dehşet saçmak için onları kullandı. Her hâlükârda kaosu besledi ve gaddar olduğunun bilincindeydi. Onu kullandıktan sonra Dagget’ı boğazlayıp atmadan önce ona sözü de “Ben gerekli bir kötülüğüm” oldu. Film boyunca Batman çizgi romanlarından değil, İki Şehrin Hikâyesi‘nden çıkmış bir karakter gibi resmedildi.

Merovingian

Siyah kıyafetler, siyah paltolar, güneş gözlükleri ve tüm karizmalarıyla Matrix karakterleri, 2000’lerin başında ufak bir moda akımı başlattı. Üçlemede Neo’dan, Morpheus’tan ve belki Mimar’dan daha karizmatik olan bir karakter de vardı: Fransız olarak bildiğimiz Merovingian. Adını telaffuz ederken zorlansak da Club Hel’de zeytinli martinisiyle kurulmuş görüntüsü gözümüzün önünden gitmeyen, yeraltı dünyasının efendisi ve sürgün programların kondüktörü.

Lambert Wilson tarafından canlandırılan bu karakter, dördüncü filmde her şeyini kaybetmiş bir evsiz olarak gösterilse de ilk hâli bundan çok daha fazlasıydı. Matrix’in sembolizm bombardımanından fazlasıyla nasibini almış bir karakterdi. Yunan mitolojisinden bir karakter olan Persephone ile ilişkisi ve yeraltının kontrolünü elinde tutması onu Matrix’in Hades’i yapıyordu. Bunun dışında adını da soyunun Hz. İsa’ya dayandığına inanan Merovanj Hanedanı’ndan alıyordu ve anladığımız üzere Merovingian da seçilmiş kişilerin atasıydı. Sahip olduğu tüm nüfuz, şımarık tavırları ve özgür iradenin bir illüzyon olduğuna dair verdiği vaazlarla aklımıza kazınan düzenbazlardan biri oldu.

Etraflarında çekim yaratmaları, hitabet yetenekleri ve insanların üzerine bindirdikleri iradeleriyle bu karakterlerin hepsi de şeytani bir karizmaya sahipti. Başlık atmadığımız ama alnının akıyla bu listeye girebilecek daha birçok isim sayabiliriz: Kingpin, Azula, Kira ve hatta Lucifer olarak liste uzar gider. Daemon Targaryen ve Adar’ı da başta böyle olmasını beklediğimiz ama şimdilik sadece ihtimal dâhilinde kenarda tuttuğumuz karakterler olarak anmadan geçmeyelim.

Author

Sabah kuşağı çizgi filmleri müdavimi.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.