İnsanlık olarak serüvenimizin başlangıcından beri o kadar fazla akla mantığa sığmayacak eylemlere girişmişiz ki bir noktada Freud gibi birinin çıkıp, hepimizin nevrozlu olduğunu söylemesi gerekmiş. Evet, Freud bunu çoğunlukla ilkel toplumlar için söylüyor fakat ne o, miras alıp sürdürdüğümüz bazı bilişsel süreçleri inkâr ediyor ne de biz, insan zihninin çalışma şeklini. Ötesinde, ilkel diye nitelenebilecek zamanların fersah fersah uzağında bile bu akla mantığa sığmayacak eylemlerin yenilerini icat etmeyi başarabilmişiz. Bu yazı dizisi, işte bu söz konusu eylemlerden birinin kurbanlarıyla alakalı olacak: Yargılanan hayvanlar.

Gerçekten mahkemeye çıkartılan, kendileriyle ilgili dönemin hukuki teamülüne göre yargılamalarda bulunulan; bazen şahit bazen müvekkil bazen de sanık olarak kürsülerde yer alan hayvanlardan bahsediyorum. En hassas ve duyarlı kalplilerimiz için bile tuhaf bir komiklik barındıran bu hayvanların hikâyeleri, kitleler hâlinde histeriye kapıldığımızda neler yapabileceğimizi göstermelerinin yanında, bugün benzer konulardaki duruşumuzu da gözden geçirmemizi sağlıyorlar. İlk yazıda uçamasalar da kanatlıları olanlardan bahsedelim, gerisi de onların peşinden gelecektir.

Bir Garip Yaşlı Horoz

Sizleri, şeytanların hayvanlarda vücut bulduğuna inanılan bir döneme götürerek ilk hikâyemizi açıyorum. Şuradan Yağmur’un güzel anlatımıyla bir özetine ulaşabileceğiniz cadı avı gibi sebeplerle bu dönemlere az çok aşinayız. Tarihler 1474’ü gösterdiğinde, Basel (Bâle)’de bir mahkemede, yaşlı bir horoz, sanık kürsüsüne çıkartılıyor. Suçunu da söyleyelim hemen, yumurtlamış olmak. Biliyorsunuz, horozlar yumurtlamazlar. Yani en azından Basel halkı öyle zannediyormuş ki bu işte bir terslik olduğu kanaatine varmışlar.

Dünya denilen gezegenin neredeyse hemen her coğrafyasında, horozdan çıkacak yumurtaların kötü doğalı bir canavara dönüşeceği ve felaket getireceği efsaneleri yaygındır. Basel dolaylarına göre bu yaşlı horozun yumurtasından çıkacak olan da insanlığa zulmedecek, basilisk benzeri yeni bir yaratık olacakmış. Hatta bir büyücü bu yumurtayı bulsa felsefe taşını bile bırakırmış, o derece önemli bir olay. Çünkü bir horozun yumurtası mutlaka büyülü güçlere sahip olmalıdır, bu durum asla normal olamaz. Fakat on beşinci yüzyıldan bahsettiğimiz için bu konuyu hemen kapatıyorum.

Dönelim mahkemeye: İddia makamı, şeytanın, cadıları ve cinleri harekete geçirerek bu yaşlı horozu yumurtlattığını söylüyor. Buna karşılık savunma ise yumurtlamanın gerçekleştiğini reddetmiyor ancak bu yumurtlama eyleminin, kötü bir amaçla gerçekleşmediğini belirtiyor. Evet, evet rahatça canlandırın gözünüzde; sanık kürsüsünde bir tane yaşlı horoz var, bir tarafta iki tane ciddili insan iddia makamı olarak horozun suç işlediğini söylüyor, diğer tarafta da horozun savunmasını yapmakta olan başka iki tane ciddili insan duruyor. 

Savunma makamına göre yumurtlamak, istemsiz şekilde gerçekleşen bir eylem. Hâliyle böyle bir eylemin de yasada bir cezası bulunmuyor. Sonra, horozun avukatlarının iddia makamından bir talepleri oluyor: Şeytanın bir hayvanın içine girmek için anlaşma yaptığı tek bir örnek olay gösterilmesi. Tam kazanacaklarına eminken iddia makamı yapıştırmasın mı cevabı?

Şöyle ki Luka İncili içerisinde, tam da bu duruma uygun bir kısım bulunuyor. On beşinci yüzyılda bir kutsal kitaptan daha iyi ve doğru bir şahit bulamazlardı. En kısa şekliyle İsa, yolculuğu esnasında bir sebeple Gerasalıların memleketine varıyor. Kayıktan iner inmez karşısına, mağara mezarların içerisindeki kötü ruhlara tutsak olmuş, hiçbir zincirin kendisini tutmadığı, acılar içerisindeki bir adam çıkıyor. İsa da adamın ıstırabına son vermek için, bir tümen sayısındaki kötü ruhları adamın içerisinden kovuyor ve onların yakınlardaki bir domuz sürüsünün içerisine girmesine izin veriyor.

Bu tartışılmaz emsalden sonra tabii ki yaşlı horoz suçlu bulunuyor. Daha doğrusu, horozun içerisinde olduğu ve kuş kılığına girdiği varsayılan büyücü suçlu bulunuyor. Horoz ve yumurtası, bir kazığa bağlanarak yakılıyorlar.

Türünün Son Örneği: Büyük Auk

Büyük Auk’un hikâyesi için, on dokuzuncu yüzyılın sonları, yirminci yüzyılın başlarına gidiyoruz. Olaylar, İskoçya’nın batı kıyısındaki adalar topluluğu olan Hebridler’de, tam konum olarak da St. Kilda’da geçiyor. St. Kilda, 1930 yılında boşaltılana kadar kabileler tarafından yönetiliyormuş.

Bundan öncesinde ise bir liderleri olmayan Adalıların aynı zamanda bir para sistemleri bile yok. Mesela Adanın resmiyetteki sahibi ve varisine kira olarak martı tüyü ve petrol veriyorlar. Her sorunu günlük toplantılarda konuşarak çözüme kavuşturuyor, anakaranın işlerine karışmıyorlar; ne vergi veriyor ne de oy kullanıyorlar. Tarihin bu kesiminde bu şekilde yaşamalarının tuhaflığı yetmiyormuş gibi bir de dört tarafında deniz olan ve gerçekten denizden başka çıkar yolu bulunmayan bu adanın insanları, balıkçılık veya denizcilik de yapmıyorlar; büyük bir yiyecek kaynağı olabilecek balıkları avlamayı martılara bırakıyorlar. Ne yiyorlardı derseniz, Büyük Auk’a pas açmış olursunuz; ana besin kaynağı olarak deniz kuşlarını tüketiyorlar.

Yalnız vergi vermiyor, siyasetle uğraşmıyor falan dedik ama İskoçya açıklarındaki izole bir adadan bekleneceği gibi hem uzak hem yakın anlamıyla her şey güllük, gülistanlık değil. Bu Adalılar denizden zerrece anlamadıkları için fırtına çıktığında denize açılan gemiler devriliyor, batıyor ve tabii taşıdıkları insanlar da maalesef boğuluyorlar. İşte bu fırtınalardan birinde, bir geminin batışından bir iki gün sonra, ölü bedenler kıyıya vuruyor. Kıyıya vuran bedenler arasında, ıslak bir şeyin hâlâ canlı olduğu anlaşılıyor. Büyük Auk’un hikâyesi de işte bizim için burada başlıyor ve çok kısa bir süre içerisinde de hepimiz için, sonlanıyor.

Adalılar daha önce hiç böyle bir kuş görmedikleri için aniden basiretleri bağlanıyor ve maalesef beklenen bir sonuçla, iki kişi kuşu derdest edip yakalıyorlar. Ardından da kiliselerine götürüyorlar. Kilisede toplananların, fırtınayı adaya bu uğursuz yaratığın getirdiğine karar vermeleri uzun sürmüyor. Türünün son örneği olan Britanyalı Büyük Auk mahkemeye çıkartılıyor, bir cadı olmakla suçlanıyor ve sanki bu kadar kaçkınlıktan sonra aksi olabilirmiş gibi, suçlu bulunuyor. Birkaç gün öncesinde perişan hâlde bulunduğu kumsalda, taşlanarak öldürülme cezasına çarptırılıyor. Bu hikâyeden çıkartılabilecek tek güzel yan ise şu: Bugün St. Kilda’da sadece deniz kuşları yaşayabiliyor çünkü doğanın verdiklerinden yararlanmayı reddeden; yaşam şartlarına uyum sağlamaktansa kendilerine bahşedilen akıl ve mantık isimli iki nimeti peynir ve ekmekle yemeyi seçen bu toplum, kendi vaktini de tüketiyor.

İkisi de öyle veya böyle insanların düşünme yetilerini topluca kaybettikleri bir zamanın azizliğine uğrayan iki kuşun, biri 1400’lerde, diğeri ise bize olabildiğince yakın bir dönemde gerçekleşen yargılanma hikâyeleri böyleydi. Aslına bakarsanız arayanlar için bu hikâyelerin içinde sadece cahillik, toplumsal bir akıl tutulmasının tezahürü yahut insanların batıl inançlara, efsanelere kendilerini fazlaca kaptırmaları da yer almıyor.

Dalıcımartı Auk’un hikâyesinde toplumsal yaşam, coğrafya ve ekonomik şartlar gibi pek çok değişken arasındaki ilişkinin, tarihin aynı döneminde yer alan farklı toplumları nasıl farklı yönlerde şekillendirdiğine dair pek çok örnek var. Ayrıca hem biyolojik hem de sosyal adaptasyonun, neden insan yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğu ile ilgili veya neden sürekli değişimi ileriye yöneltmek ihtiyacı duyduğumuzla ilgili güzel ibretler de bu hikâyeden alınabilir.

Bu hikâyeden çıkartılabilecek şeylerin en önemlisi ise sanırım, bir toplumda yaşayan bireyler olarak topluca akıl tutulması yaşayıp nesli tükenmekte olan bir kuşun avlanmasına izin çıkartmadan önce, bazılarımızın bir soluklanıp “Bir saniye, biz şu an bunu niye yapıyoruz?” diye sormasına izin vermemiz gerektiği.

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.