Birçok sinemacının hayallerini süsleyen, kırmızı halısında bir kez olsun yürümek uğruna sıraya girilen, on gün boyunca dünya sinemasının konuştuğu tek gündem olan Cannes Film Festivali’nin 78. edisyonu benim için ayrı bir önem arz ediyordu. Daha önce uluslararası film festivallerinde bulunmuş, bu festivallere basın olarak katılmış ve son derece de keyif almış bir sinemasever olarak altıncı sanatı sevmeye başladığım ilk yıllardan beri uzaktan da olsa sıkça takip ettiğim Cannes Film Festivali’ni ilk kez yerinde deneyimleme şansına eriştim. Festivalin tüm süresi boyunca orada kalamasam da bu küçük ama şöhreti büyük Akdeniz şehrinin benim zihnimde canlanan anlam yoğunluğunun farkına bir kez daha vararak ne kadar eşsiz bir deneyime ev sahipliği yapabilecek bir kapasitede organize edilmiş bir festivalde bulunduğumu anladım. 

Nice şehrine iniş yaptıktan sonra buraya film festivali için gelen ziyaretçilere ayrılan Cannes otobüsündeki yolculuğumda gözüme çarpan palmiyeler bana hafta boyunca izleyeceğim filmlerin sayısından çok burada geçirdiğim zamanın kısıtlılığını ve biricikliğini anımsattı. Ardından sinema sektörünün ama küçük ama büyük birer parçası olabilmiş veya sektöre ucundan da olsa tutunmaya çalışan festival katılımcılarıyla sohbetlerimde de yaratılmaya çalışılan havanın Fransız Rivierasına ne kadar da olumlu sirayet ettiğini sıkça anımsadım. Havanın güzel olmasının veya filmden filme koşuştururken bir an olsun duraklayıp denizi seyretmenin ferahlığı da benim için orada yaşadığım en özel duyguların bir bütünlemesi gibiydi. Gösterim aralarinda veya günün son filmlerini izledikten sonra yeni insanlarla tanışmak sanırım bana festivalin en güzel katkılarından biri oldu. Nitekim dönüs günümde sanki tüm bu yaşananlar ve izlediğim filmler yıllar öncesine aitmiş de ağrısından duramadığım bir melankolinin içindeymişim gibi Cannes’dan dönüş uçağında birkaç damla gözyaşı dökmeden duramadım. 

Şimdi bana neden bu kadar öznel veya romantize edilmiş bir yazı girişi yazdığımı sorabilirsiniz fakat Cannes Film Festivali’ni ilk kez deneyimlemek katkısız bir biçimde bana bu duyguları hissettirdi. Bu duyguları okura geçirmeden de festivalin (benim özelimde) nasıl bir deneyim sunduğunu veya sunabileceğini anlatmanın benim açımdan mümkün olamayacağını düşündüm. Festivalin deneyim kısmı kadar filmlerin de öneminin farkında olduğumdan Cannes 2025’i filmleriyle değerlendirdiğim bir yazı daha kaleme aldım.

Sinema Salonlarının Büyüsü ve Cannes Gösterimleri:

Bir filmi sinemada izlediğimiz deneyimlerle evde tek başımıza izlediğimiz deneyimler birbirinden nasıl ayrışır? Ya da aralarında duygusal bir farktan söz etmek mümkün mü? Bu tip sorulara en net cevap verebildiğim günlerden birkaçını Cannes festivali boyunca yaşadım. Dışarıdan ziyaretçiye kapalı ve eğer akreditasyonunuz yoksa izleyebileceğiniz film sayısının bir hayli kısıtlı (neyse ki bu duruma bir nebze engel olan plaj gösterimleri halka açık) olduğu bir festivaldeki sinema deneyimi “lüks” veya “ayrıcalıklı” olarak anılabilse bile sinema uğruna bir arada birleşmiş kişilerin konum seviyesi filmlerinin gösterimlerinin heyecanını hiç ama hiç etkilemiyormuş. Beğenmediğini açıkça belli eden, hatta bununla alay edercesine gülen, sevdiği anlarda gülümseyen ve bunu kolektif bir bilinç halinde yapabilen Cannes izleyicisi, basını ve sinema sektöründekiler festivalin coşkusunun birer temsili. Bu temsil diğer film festivallerinden bir nebze olsun ayrışıyor ki kayda değer bir bölümünün Fransızlardan oluştuğunun etkisi de büyük. Berlinale’de izlediğim filmlerde reaksiyon seviyesi filmden filme değişse de genel kanı anlamında Cannes festivalindeki izleyici bir hayli ateşli. 

Bunda en büyük etken olarak görülebilecek sabahları filmlere bilet bulabilmek için erken saatlerde kalkmamız ve o kısacık ama çileli mücadelenin bizde yasattigi tatmin veya hüsran duygusunun yeri de büyük. Festival boyunca filmlerin biletleri gösterimlerinden birkaç gün önce alınmaya açıldığı için festivalden yaklaşık dört gün önce bir rutin haline getirdiğim her sabah erkenden kalkma eylemi, günün yorgunluğunu festival takipçilerine ilk kez hissettiren bir mesaj gibi. Üstelik bir de izlemek istediğiniz filmlere bilet bulamadıysanız çareyi son dakika kuyruğunda buluyorsunuz. Filmin türüne ve gösterimin önemine göre (örneğin filmlerin galaları için bu kuyruk bir hayli uzun olabiliyor ve beklemek saatler sürebiliyor) değişen bu kuyruk bazen can sıkıyor, bazense hiç beklenmedik sohbetlere ve ilk tanışmalara vesile olabiliyor. 

Filmleri izlemek için gösterilen çabanın yanında tabii bir de filmi izlediğimiz salonun da varoluşsal bir önemi karşılıyor bizleri. Galaların ve bazen de basın gösterimlerinin yapıldığı, festivalin koltuk sayısı anlamında en büyük ve şatafatlı salonu “Lumiere“, Avrupa’nın en iyi ses sistemlerinden biri ile donatılmış. Filmlerin başında gösterilen “Cannes Film Festivali” introsunun alkislanma seviyesi bu salonda çok daha farklı hissettiriyor. Fakat burada salonun büyüklüğü en büyük etken olarak algılanmamalı; zira “Eleştirmenlerin Seçkisi” gösterimlerinin yapıldığı “Espace Minamar”, ana yarışmadan ve kırmızı halıdan uzakta izlenilen bu küçük ama samimi salonun önemini benim gözümde yukarılara çekiyor. Lumiere, Debussy, Bazin ve Bunuel salonlarını barındıran “Palais des Festivals“den yürüme mesafesinde olan bu salona giderken hafif telaş ve heyecan duygusu da farklı bir his yaşatıyor. Kumsal tarafından yürünüldüğünde insanların tatlı kalabalığı ve koşuşturmacası arasında filme yetişip yetişememe korkusu da hissediliyor. 

Festival Seçkisinin Derinlik ve Nicelik Dengesi:

Cannes’da gözlemlediğim ve dikkatimi en çok çeken önemli bir detay, katıldığım diğer festivallerden ayrıldığı noktalar. Berlin Film Festivali’ne katıldığım süreçte, festivalin kimi zaman gereğinden çok daha fazla seçkiye sahip olduğunu, kimi zaman bunun festivalin halka açık olduğunu düşündüğümüzde mantıksız olmadığını, fakat nitelik bakımından hem Cannes hem de Venedik Film Festivali’nin gerisinde kaldığını varsaymak en azından benim açımdan mümkün. Cannes’da izlediğiniz film sayısına göre iyi film izlemiş olma olasılığı bir hayli yüksek iken, diğer festivallerde bu oran göreceli olarak düşebiliyor. 

Festivalin temelde dört alt başlıktan oluştuğunu varsayarsak, seçkiler arasındaki ufak tefek farklılıklar da (örneğin “Directors Fortnight” seçkisinin tamamen ayrı bir tasarım diliyle dizayn edilmesi gibi) festivalin çeşitlilik açısından kolektifliğini önemli bir ölçüde pozitif etkiliyor. Ana film salonlarının bulunduğu ve şehrin kalbinde yer alan “Palais des Festivals” bölümüne yürüme mesafesinde olan yan bölümlerin izleyici kitlesi de farklılık duygusunun gücüne çağrı yapıyor.

Bir sonuca varmak gerekirse, alt bölümlerin kendi içinde yarattığı atmosfer, festivalin ruhuna doğrudan çok olumlu bir etki yaparak deneyimin önemli bir parçası olabilmeyi kolaylaştırıyor. Berlinale’deki “Forum” bölümü gibi izleyicisi görece az ama benim için sinemasal anlamı katmanlı alt bölümlerin varlığından haberdar olabilmek, bu seçkileri “Ana Yarışma” filmleriyle eşdeğer bir biçimde kaale alabilmek de önemli. Sonuçta, festival izleyicisi için önemli faktörlerden biri de seçki sayısının filmlerin çeşitliliğiyle uyumu.

Tatlı Sürprizler ve Kapanış:

Kurallarıyla bilinen Fransız Rivierasındaki festival bu yıl genel izleyiciyi küçük detaylarla şaşırtmayı çoktan başardı. Senarist olarak kendisini tanidigimiz (The Usual Suspect) ve daha sonralarında yönetmenliğiyle ön plana çıkan “Mission: Impossible” serisine son yıllarda yön veren yönetmen Christopher McQuarrie’in söyleşisine katılacağımı öğrendiğimde sevinmiş, fakat yönetmenin sinemasından çok filmlerinin aksiyonunun seviyesinin ve filmlerinin çekim süreçlerinin konuşulması beni, söyleşinin gidişatına yönelik bir meraka sürüklemiştir. Söyleşi başladıktan yaklaşık yarım saat sonra sahneye bir anda Tom Cruise davet edildi ve Debussy salonundaki kalabalık kolektif bir şaşkınlık halinin ruhuna büründü.

Bu beklenmedik tatlı sürpriz sadece beni değil, paneli birlikte takip ettiğim birçok sinema yazarıni da oldukça şaşırtmıştı; başta Tom Cruise’a doğan büyük ilgiden kaynaklanan karmaşada olmak üzere festivalin daha ikinci gününde yapılan bu ufak sürpriz Cannes dozunu seyircide yukarı çekmeye sebebiyet verdi. Keza yine benzer bir şekilde yarışma dışı gösterilen yeni Spike Lee filmi “Highest 2 Lowest” galası sonrasında Denzel Washington‘a sürpriz bir “Honorary  Palme d’or” takdim edildi. 
Bu yazıyı kaleme aldığım esnada festival daha devam etmekte ve henüz ödüllerin sahiplerini bulmamışken gelecekteki olası sürprizlerden haberdar olmadığımı, fakat içimde ödül törenindeki sürprizlere dair önemli kıpırtılar biriktiğini de söylemeden geçmemek istiyorum.

Cannes Film Festivali her ne kadar genel izleyiciye kapılarını olabildiğince kapatmaya çalışsa da film izlemenin temel gücünün dinamiklerinin çok iyi işlendiği ve tanındığı bir yapıya sahip, bunu anlamak mümkün. Dünyada olup biten politik gelişmelere sessiz kalınması burada eksik tek nokta olabilir. Şahsi olarak festivallere olan umudumu en azından bu yönde bir politiklikte kaybetsem de festivalin açılış seremonisinde Juliette Binoche‘un Fatma Hassouna’yı anan konuşmasının ardından sahneye Quentin Tarantino‘nun çıkıp ufak da olsa yaratılan “politik doğrucu” havayı tamamen bozması da bu yönden bir umut bekleyenlerin hayallerini suya düşürdü.

Zaten politik yönden beklentilerimin karşılanmayacağını bildiğimden festivalin “sinemasal” anlamda beni oldukça tatmin ettiğini, bende yeni sürprizlere yelken açtığını söylemek mümkün. Cannes Film Festivali’nin 2025 edisyonu genel beklentilerimi fazlasıyla karşıladı.


Author

Berlin'den bildirmeye çalışan, Avrupa'nın nabzını tutan, sinema sevdalısı ve yazmayı seven bir birey.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.