Geekyapar sayfalarına uzun yıllardır aşina olanlar varsa Marvel ve DC kahramanları arasındaki farkın konuşulduğuna denk gelmişlerdir. Marvel, bağ kurabilme ihtimalimizin daha yüksek olduğu insancıl karakterler yaratırken DC Comics ise tanrısal karakterlere sahip. James Gunn’ın ellerinde şekillenecek yeni DC Sinematik Evreni’nin ilk etabı boşuna Gods and Monsters olarak adlandırılmıyor anlayacağınız.
Çizgi roman klişelerini hem eleştiren hem de onlardan beslenen Invincible, 2. sezon 7. bölümünde her iki çizgi roman şirketinin kahramanlarından esintiler sunmayı başarıyor. İlk yarım saatinde ismi hiç de yaratıcı olmayan ölümsüz karakter Immortal’ın sevgilisinin ölümü sonrasındaki travmasını, bedenlerinin yüzde doksan beşi robot olmasına rağmen insanlığını kaybetmemeye çalışan yarı robotları, süper kahramanlığın yanı sıra okulu ile sevgilisini de idare etmeye çalışan Mark’ı izliyoruz.
Mark’ın bu bölümde gerek okulu gerek Amber’la yaşadıkları Peter Parker’ın herhangi bir gününü izliyormuşuz hissi yaratıyordu. Evet, Invincible dizisinin de klişeleri kullanmaya, onları kullanarak duygusal sahneler yaratmaya hakkı var. (Hatta bir önceki bölümde olduğu gibi bu sahneleri yaratmakta da oldukça iyiler.) Ancak Mark, Amber’la takılmak için Guardians of the Globe’dan bir günlüğüne izin aldığında dedim ki “Acaba Mark’ın yokluğunda ne tür bir kıyamet kopacak? “
Hâlihazırda sosyal hayatını dengeleyemeyen süper kahraman ve intihardan diyalog kurularak kurtulan adam klişelerini izlemişken üstüne bir de ana karakter uzakta olduğunda ekibin başına büyükçe bir bela gelmesi klişesini izleseydik tadım çok kaçacaktı. Ama Invincible yine Invincible’lığını yaptı ve belayı direkt olarak Mark’ın yanı başına getirdi hem de Amber’in boğazını sıkarak tehdit eden bir Viltrumlu ile! Dizinin şimdiye dek yayınlanan 15 bölümüne baktığımda bir Viltrumlu’dan daha büyük bir kıyamet göremiyorum Invincible evreni için.
Bölümün ortasında yaşanan bu şoke edici anla birlikte dizi vites değiştirdi. Bundan sonrasında iki tanrının savaşını izlemeye başladık. The Boys’un Becca Butcher’ı veya One Tree Hill’in Quinn James’i olarak tanıyabileceğiniz Shantel VanSanten’in seslendirdiği Viltrumlu Anissa, tam da DC Comics sayfalarından fırlamış bir karakter gibi. Kahraman demek doğru değil ama tanrılığı her hâlinden hissediliyor. Bir yumruğun kilometrelerce savrulmaya sebep olduğu dövüşlerinde de hissettik tüm bu tanrısallığı.
Tabii Mark Grayson’ımız Viltrum DNA’sının ona verdiği ihtişamlı güçlerine rağmen insaniyetinden bir şey kaybetmiyor. Invincible, Mark’la Viltrumlular arasındaki sınırı çok keskin bir şekilde çiziyor. Mark, Cecil’in blöf yapma teklifini reddedecek kadar gururlu ve de insani. Tüm bu keşmekeşte Cecil nasıl Mark’la iletişime geçebildi derseniz cevap her zamankiyle aynı, Mark’ın asla düşmeyen efsane kablosuz kulaklığı sayesinde. O kulaklıklar savaşlara kostümünden daha dayanıklı sanırım.
Günün sonunda Mark’ın ada zeminine açılan devasa çukurun içinde çaresiz kaldığı anda hem Marvel insancıllığını hem DC tanrısallığını gördüğümü hissettim Invincible 2. sezon 7. bölümünde. Bu ikisini harmanlamak, onların dışında konumlanan alternatif bir iş için çok güzel bir başarı bence. Hâlâ ilk sezondaki kadar heyecanlanamıyorum, hâlâ bu sezonun 5. bölümüne coştuğum kadar coşamıyorum ama şunu söyleyebilirim ki çizgi roman hayranlığımı okşayan bir bölüm izlemiş oldum. Kendisi de bir çizgi roman geek’i olan Mark’ın Comic-Con’da gezdiği sahneler görmek de coşkumu arttırmış olabilir, bilemiyorum.
Tüm bu ana etmenlerin dışında neler oldu derseniz, Omni-Man’i tekrar görüşümüz sezon finaline ertelenmiş görünüyor. Sezonun en iyisi olan Debbie’yi de yine çok az izledik bu bölüm. Sanırım bu sezon Debbie’nin solo hikâyesi konusunda umut vaat edip kapanışı ona pek de odaklanmadan yapacak. Son bölüm beni şaşırtır mı emin değilim, çünkü zaten Viltrum gemisinde yaşanacaklar ve Angstrom mevzusu cepte şimdiden. Bu karmaşaya Sequidlerin dâhiliyeti beni üzer ama şaşırtmaz, sonuçta bu bölümün “Previously On” kısmında gördük yine onları.
Önceki bölümde ekran süresi artan Atom Eve sahneden çekildi bu bölümlük. Onun sahneye girmesi için Amber’ın çıkması gerekiyordu beklendiği üzere ve 7. bölümün finali buna ayrılmıştı. Dediğim gibi Invincible istediği zaman ne kadar klişe olursa olsun duygu yüklü sahne kurgulamayı başarıyor. Bu yönden Mark’la Amber’ın ayrılığını çat diye yapmayıp yavaş yavaş işlemesi, bağlarını yüzde yüz kopartmak için de dramatik bir an yaratması bence oldukça başarılıydı.
Bir oturuşta değil hafta hafta izlediğim için mi yoksa hikâyesinin çapı çok genişlediği için mi bilmiyorum ama Invincible’ın 2. sezonu ilki kadar keyif vermemeye devam ediyor. Yine de bu yazı boyunca andığım Marvel ve DC’nin ekranlarda pek de boy gösteremediği şu dönemde çölde bir vaha niteliğini kaybetmeden ilerlediğini unutmamak lazım.